Sesimi Duyan Var mı?

21 yıl önce meydana gelen 17 Ağustos depreminde kaybettiğimiz tüm sevdiklerimizi,yakınlarımızı,canlarımızı rahmetle anıyoruz.    Sesimi Duyan Var mı? / Müşerref Kahvecioğlu Tarih:17 Ağustos 1999    Yer:Gölcük Yüreklerinde toz pembe hatıralar, nane..

 Sesimi Duyan Var mı?

21 yıl önce meydana gelen 17 Ağustos depreminde kaybettiğimiz tüm sevdiklerimizi,yakınlarımızı,canlarımızı rahmetle anıyoruz.

 

 Sesimi Duyan Var mı? / Müşerref Kahvecioğlu

Tarih:17 Ağustos 1999   

Yer:Gölcük

Yüreklerinde toz pembe hatıralar, nane kokulu umutlar, gözlerinde yaprak renkli bakışlar, ceplerinde hayalleri, tutkuları, sevdaları vardı. Mevsimlerden yaz. Güneş, tüm ihtişamı ile tepeden gülümsüyor denize, toprağa, hayata. Herkes günlük meşgalesinde.

İdeallerimiz, gayelerimiz, arzularımız var, hep daha fazlasını düşlüyor, sonsuzu istiyor, en çoğunu bekliyoruz hayattan. Elimizdeyse unuttuklarımız, bilmediklerimiz, kaybettiklerimiz.. Kimi arabasının modelini beğenmiyor, yenisini istiyor, kimi üst kattaki komşunun üstüne silkelediği sofra bezinden şikayetçi, söylendikçe söyleniyor, kimi evindeki perdelerin modasının geçmiş olduğunu düşünüyor sıkılıyor, içi bunalıyor, güzelim gününü, eşsiz rahmeti içindeki hüzün ve asabiyetle tüketiyordu. Kimi arkadaşına darılmış, söylediği biz söz çok kalbini yakmış, bir daha konuşmayacağım onunla diye veryansın ediyor, ilgiyi alakayı kesiyor, kiminin elinde çilek parçacıklı dondurması, kimi gülüyor, kimi ağlıyor, kimi şaşkın, kimi bitkin. Hepimizin bir derdi-dünya telaşesi vardı, acısıyla, tatlısıyla.

 

Tarih 17 Ağustos 1999 Öğlen saatleri.. Ne güzeldir yeni alınan eve alınacak o perdelerin seçilme anları. Ablam, yüreğimin yarısı olan, aslında kendimin yarısı olan ablam Kadriye ile perdeciye gidişimiz.. Nasıl mutluydu, yüreği kıpır kıpırdı perdeci deki perdelerin hepsini kıpırdatmaya yeten. Perdeci den çıktıktan sonra “hoşçakal, görüşürüz” derken son bakıştaki gülücük nasıl kalırsa akılda sanki öyle bir veda idi bizimkisi. Yeni bir yaşa merhaba deme anları; kardeşim Zehra’nın doğum günü. Ben hariç herkes orada.. Hayat devam ediyor ya.. Çalışmak gerek, iş beklemez. O yüzden yoktum orada. Oysa, böyle belki o an küçücük gelen ama sonraları asırlara sığdıramayacak kadar büyük olacak bir an’ı yaşayamamanın acısı sonradan ağır geliyor insana.. Keşke, keşkeler.. Ne tuhaf değil mi o gün herkesin tek tek fotoğrafını çekiyorsun ve kendin o fotoğraf karelerinin hiç birisinde yoksun.. Ablam Kadriye, o karelere girmeyi neden istemedi o an; bunu cevabını hiç bulamayacağım. Akşam saatleri.. İşten çıktım, içimde tarifi imkansız bir sıkıntı. Eve geldim. Yaz aylarını bilirsiniz, gündüz üzerine örtüsünü çektiği, inzivaya çekildiği an daha da güzelleşir. Elinizde taze sıkılmış bir meyve suyu, kulaklarınızda tatlı bir tını, dilinizde doğanın ezgisi, nazlı rüzgârın sesi. Çoluk çocuk konu komşu herkes bahçelere, teraslara, kamelyalara çekiliyor. Biz de evimizdeyiz ve hala içimde o tarifi imkansız sıkıntı. Ablamı, Kadriye’mi aradım. Telefon cevap vermedi. Dışarıda, gökyüzü yıldız kaynıyor, elini uzatsan alacaksın sanki.. Dualarımızı ettikten sonra, uykuya dalıyor, koca bir hikâyeye doğru yol alıyoruz bilmeden..

 

Saat 03.02 sıfatların kafi gelmeyeceği, yıllar sonra yazarken dahi aslında asla unutmadığınız ve hala içinizde dipdiri olduğunu hissettiğiniz, elinizi kolunuzu bağlayan, aklınızı alan, korkunç bir sallantıyla uyanıyoruz. Gözlerimi açtığımda kendimi yatağın kenarında buldum.. “Güneş, köreltildiği zaman, Yıldızlar, bulanıklaşıp-döküldüğü zaman, Dağlar yürütüldüğü, Nefisler, birleştiği zaman.” Kıyamet miydi bu? Nasıl yaşıyordum, nasıl hâla nefes alıyordum. Hayretler içersin de, olup bitene anlam vermeye çalışıyorum.

 

İlk iş telefona sarılmamız oldu. Telefonlar suskundu sanki. Kimse cevap vermiyordu. Soluğu dışarıda aldığımızda. Önümüze gelenler, can dediğimiz komşular, dostlar nerede, ne halde, bilmeden, düşünemeden koşuyoruz. Bir umut, bir ışık.. O arada mütemadiyen devam ediyor sallantılar.

Annemin evine doğru koştuğumu hatırlıyorum. Gölcük meydanındaki parkta toplanmıştı herkes. Annemi gördüğümde ruhum nasıl rahatladı sözcüklerin kifayetsizliği ile birlikte. Denizevler, Kavaklı sahili bitti, Hayat tamamen durdu orada dediklerinde ablam Kadriye’yi de alıp diğer kardeşlerimin yardımına gitmek istedik. Evlerinin önüne geldiğimizde o korkunç manzara ile karşılaştık. Evleri yıkılmıştı. Ablam nerede olabilirdi?. Ya O’nu çok seven ve O’nu asla, hiç bir zaman yalnız bırakmayacak olan eniştem Kemal?. Seslenişlerimiz cevap bulamıyor, adeta yıkılmış gökyüzünde asılı kalıyordu. Komşularından biri onların dışarı çıktıkları müjdesini vermişti. Ne sevinmiştik.. O bölge insanının toplandığı parka koştuk.. Orada da yoklardı..

 

Yeniden o enkaz yığınına dönmüş  evlerinin önünde aldık soluğu. Ne tuhaf o komşu kadın hala ısrarla boşuna geldiğimizi söylüyordu.. Diğer kardeşlerimin yanına vardığımızda en iyisinin günün doğması olduğu sonucuna varıyorduk.. Ve .. Hayatımızda ilk defa gün bu kadar acı, bu kadar hüzünlü doğuyor. Tüm hikayeleri baştan yazacak, bir tablo görünüyor ışımasıyla, 17 AĞUSTOS bir milat oluyor. Ondan önce/ondan sonra. Tekrar uyumak, bunun bir kâbus olduğuna inanmak isteseniz de nâfile. İlklerimi yaşıyorum, ömrümü manalandıran,  bugünüme, insan sevgime, bağlarıma, bakışıma, ruhuma yapışan ilklerimi..

 

Kıyamet dedikleri bu muydu gerçekten? Kimse kimseyi düşünmüyor önce kendi canlarının peşine koşuyordu. Ki her zaman merhametli olduğunu düşünen ben bile o an sadece ablamı bulmanın peşindeydim. Ablamın yakın arkadaşlarından birini enkaz altında ilk gördüğümde nasıl hemen yanına koştumsa O’nun ablam Kadriye olmadığını anladığımda da hemen O’nu, orayı terkettim. Okul biter bitmez uğradığınız, tost, sandviç yaptırdığınız bakkal amcanız, arkadaşlığın rengini beraber boyadığınız minik yürekler, size haber getiren, gelişini iple çektiğiniz postacınız yok, öğretmeniniz, sıcacık ekmeğini yediğiniz komşu teyzeniz de yok. O, bu, şu, hiçbiri yok..

 

Tarifi edilmez bir duygu ile sokakları aşmaya, merkeze doğru ilerlemeye çalışıyoruz, öyle bir dehşet yaşamışız ki, gün etrafı keskinliği ile aydınlattıkça daha iyi anlıyoruz. Hangi sokaktan geçsek garip bir koku, bizler için bugün deprem demek olan cansız beden kokusu. İlerde bir araba var, herkes başına toplanmış, pilli eski bir radyo, dünya ile iletişiminiz anında kesilmişken, bir umut, bir adım. ‘Depremmiş meğer adı’ O kadar çok kayıp haberi alıyor, geçtiğimiz her yerde öyle çok cansız beden görüyoruz ki, tepkisizleşiyor, robotlaşıyoruz. Bir yanda ise bu acıları enkaz altında yaşayan, saatlerce, günlerce ‘SESİMİ DUYAN VAR MI?’ feryatları ile yanıp kavrulan, insanlar, dostlar, komşular var.. Üzerlerinde kolonlar, dev katlar, taştan yorganlar.

 

Hani bazen rüya görürsünüz, son ses bağırsanız da, sesinizi duyan olmaz, bağırdıkça sesiniz kısılır aslında, işitilmez ulaşmaz dünyaya. Bu olayın ete kemiğe bürünmüş halini düşünün. Anne, baba, evlat birbirini kaybetmiş, ve belki tek başlarına, biçare, bedbaht halde. Kimi yeni evli, kiminin önce ki gün bir bebeği doğmuş, bedenine cennet döşeli, kimi çıplak, kimi soğuk, kimi sıcak.. Eşyalar görüyorsunuz etrafa saçılmış, hepsi ‘GRİ’; tuzla buz olmuş betonların rengi. Bazen bir fotoğraf, düğün fotoğrafı, bazen minik oyuncak bir bebek, bazen emzik, bazen koltuk, sandalye parçaları, yaşam görüyorsunuz, yitik/kayıp yaşamları.. Bir gün sonra: Deprem kokusu git gide kaplıyor şehri, nefes aldırmıyor, maskelerle dolanıyorsunuz. Filmin içindesiniz artık, hayatta kalan oyuncularından biri. Helikopterler geliyor, askerler dağılıyor her yere. İnsanlar su, ekmek için birbirini eziyor, yaşamak/yaşatmak için çırpınıyor. Bu benim başıma gelmez, neden gelsin ki, Allah korusun, diye içten içte diziyorsunuz cümleleri. Bir iki dua edip, yardım diliyorsunuz Rabbimizden.

 

Ve bir gün siz de yaşıyorsunuz hepsini, yaşadıkça anlıyorsunuz. .. Ve zamanın ilerleyip ilerlemediğini bir türlü anlamadığınız o öğleden sonra günü.. Yeniden ablam Kadriye’lerin evlerinin enkaza dönmüş yerindeyiz. Ve zamanın durduğu an. Ve, ve, ve.. Boğazların düğümlendiği, sessizliğimizin soluğumuzla birleştiği o an. Enkazdan önce eniştem Kemal’in elini gördüğümü o an.. Ne kadar çok severdim O’nu ama dedim ya kıyamet günü bugün içimde yine bir umut Kadriye’ye dair. Ufacık tefecikti çünkü. Ne yapmış etmiş kurtulmuştur o cehennemden dediğim o an. Sonrası mı sonrası Kadriye’ye ulaştığımız o an ve zamanın bitişi. Heves ve hevalar, tarih oluyor o an.Yeter ki yaşayayım/yeter ki yaşasın o/onlar Allah’ım! Bir daha asla üzmeyeceğim, bir lokma ekmek olsa yeter bize, daha fazlasını istemeyeceğim. Tek yaşasın!.. Günler sonra enkaz altında olanlarımız var hala, dualarımızla kavurduklarımız. Gördüğüm bazı tabloları anlatmak istemiyor, atlıyorum. Kaleme aldığım şu satırları şuanda okuyan/takip eden nice anneler, yüreği yanık babalar, evlatlar, ablalar, ağabeyler olabileceğini düşünerek, kanatmak, yıpratmaktan ihtiyat ediyor, geçiyorum.

 

Beni en çok etkileyenlerden biri, o günlerden insanların, omuz omuza verip, yüreklerini konuşturması, destek olması, VEFA mefhumunu yeniden yaşatması. Hala içimi doldurur, o tüm kuvveti ile insan/insanlık kokan hareketler.. Depremde kimi umutlarını yitirdi enkazlar içinde, kimi yeniden doğdu kendi külünden Anka Kuşu misali.. kendine geldi, şükretti, hayata sımsıkı sarıldı. Geride kalanları büyüttü, yaşamı öğretti.. Cem’i oldu, büyüttü. Üzerine binlerce/milyonlarca yazı yazılacak, resimler çizilecek, belgeseller yapılacak, kitaplar çıkarılacak. Herkes ne yaşadı ne kadarını aldıysa içinde saklı tutacak. Farklı gözlerle, defaatle söylenecek, anlatılacak.

 

17 Ağustos’ta bir şehir yıkıldı, anıları, yaşanmışlıkları, kokuları, dokuları, hatıraları ile yıkıldı. Bunun yanında nice umutlar doğdu, kaybettikleri ile eksilen aileler, umutla yeniden çoğaldı, büyüdü, büyüttü.. Cem’lerini büyüttü. Rabbimizin ‘Kün’ emri ile gerçekleşen her şeyde bir sır var, derin bir neden. Unutuyoruz: ‘insan nisyandır’ cümlesinin ispatıyız her lahza hattı zatında. Felaket anında verdiğimiz sözleri, aldığımız kararları rahata kavuşunca, o sıkıntıları atlatınca aklımızdan söküp atıyoruz. Hatırlamak bile istemiyoruz, içimizi sıkıyor, bunaltıyor daraltıyor o sözler. Sebebiyse, o sözü tutamamanın ağırlığı, “SÖZ VERDİĞİNE’ karşı duyduğun utancın, mahcubiyetin.

 

Peki neden yazdım bunları, neden bahsettim hepsinden. O gecenin / o günlerin / o ayların tesirini bir nebze de olsa aktarmaya çalıştım, ama neden? Neden mi?. Yaşamımızın, elimizdekilerin kıymetini bilip, tekrar tekrar şükretmek için. Her birimizin, elbet günün birinde ebedi hayata intikal edeceğimizi unutmayarak yaşaması için. Olmadık şeylere, ufacık problemlere canımızı sıkıp, kısacık ömrümüzü heba etmemek, bilakis sevinç ve azimle ona tutunmak için. Minicik bir gülümsemenin sadaka mahiyetinde olduğunu unutmayıp, etrafımıza bu güzelliklerle yaklaşmak, hayatımızı, ruhumuzu keyif ve şükürle bir kılmak için. Sevdiklerimize gönülden, duya duya, doya doya, bağıra bağıra ‘Seni Çok Seviyorum, İyi Ki Varsın!’ deyip, kocaman sarılmak için. Gözlerine bakmak, ruhları bedendeyken ellerinin sıcaklığını hissetmek için. ‘Bu benim başıma gelmez’ dememek, her an her şeye hazır olmak,

 

Sabrı ve sabırlı olmayı öğrenmek için. Dünyaya dair ucu bucağı gelmeyen heves ve hevalarımızın, birbirimizi üzecek, kıracak boyutlara gelmemesi, gönül birliğimizin önüne geçmemesi için. Duvarda  tıkır tıkır işliyor hayat. Yelkovanı yok; 12 den geçeli ne olmuş, zaman belli mi? 17 yi kaç geçiyor anılar, Son istasyonda durmuş tren, ne bir bekleyen, ne bir özleyen. Kaç! hayat, kaçmakla kurtulabileceksen eğer yalnızlığından: Duvarda tıkır tıkır işliyor hayat…! Akrep boşaltmış tüm zehrini yaşanası bütün güzelliklerin üstüne… Yelkovan firarda.. Tarih de mahcup. Canlarım, canlarımın canları, çekildi gittiler zamansız mekansız…. Duvarda tıkır tıkır işliyor hayat… Umarsız alay edercesine.. üstüme üstüme geliyor şimdi… Tüm yaşanmışlıklar… Her köşe başında hayatta olduğuna sevinemeyen insan portreleri Her karesi yenilmişliğin, kaybetmişliğin esaretinde bir Şehir.. Gün kırmızı… Gök siyah…… Gece yarısı saat; 03 küsürden sonra beklemeye alınmış hayaller.. Anılar… Bir köşeden yeni doğmuş bir bebeğin yaygarası kopuyor.. Bir ocak dağılmış..Çaresiz bir kadın.. çırpınıyor.. Ne olur yavrumu kurtarın(!) Duvarda tıkır tıkır işliyor hayat…. Net dönencelerle ayrılmış saat başları Ortası yok, arası yok… Yürek dağlayan duyguların gölgesinde; Acıya 7 kala, hüzünden 10 geçememiş.. Yelkovan bu öyküdeki yerini çoktan terk etmiş Akrebin içi boş… Sakin sessiz ilerliyor zamanda.. Acelesi yok ki hiçbir şeyin.. Artık çok uzun bir süre, Fark etmez… Duvarda.. Hayat; tıkırdasa –da, tıkırdamasa -da… Her şey anlamsız kalıyor…. Hayatın anlamının çözüldüğü yerde! Sözün bittiği yerde başlıyor. Acıların, hüzünlerin kaybetmişliklerin üzerine yeniden inşa edilen hayat. Duvarda hayat, santim santim işliyor bizi…

 

Özlemlerimizi, hayallerimizi.. Geleceğimiz kucağımızda gizli. Bakışlarımızın ufku yok. Yıllar sonra yeniden aynı şehirde…O gün doğan çocuklar bugün annelerinin kucağında…. Mutluluğunun resmini çiziyorlar… Onlar deprem çocukları… Elbet şidddetli olacak bakışları Bizlerin zihninden silinenler… Onların ruhlarına çoktan işlendi motif motif… Deprem gözlü bebeğim… Yaşın kaç…. Duvarda hayat santim santim işliyor bizi…. Bir tamam… Gün beyaz.. Düşler taze… Gözler çakıl taşı Gök ışıltıları, saç tellerini yakan… Kaç zamandır bekliyorduk bu anı.. Duvarda tıkır tıkır işleyen hayat içimize santim santim işlendiği zaman.. Anlam kazanıyor duvardaki tıkırdamalar yeniden.. Yelkovanda, akrepte öyküdeki yerlerini aldılar.. Kaçış yok. Daha, çok zaman var hayata eklenecek, işleri çok.. şimdi vaktidir, günün neresinde olduğumuzu bilmenin Söyler misiniz bana;

 

 SAAT KAÇ? SESİMİ DUYAN VAR MI?

 

 

 

 

 

 

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)

Yorum yapabilmek için buradan üye girişi yapınız.

ÜYE GİRİŞİ

KAYIT OL